Film > Eleştiri 1 yıl önce

Sinefesto

Kerr: Bir Öte Dünya Alegorisi

Tayfun Pirselimoğlu imzasını taşıyan “Kerr”, geçtiğimiz yılın en iyi, en ayağı yere basan filmlerinden biri olarak öne çıkmıştı. Türkiye’nin Oscar adayı olan yapım, Altın Portakal ve İstanbul Film Festivali’nden de ‘En İyi Yönetmen’ ödülüyle ayrılmıştı.

2019 yılında yitirdiğimiz sinema yazarı Cüneyt Cebenoyan’ın anısına atıfla başlayan film, Pirselimoğlu’nun 2014’te kaleme aldığı, aynı adlı romanından uyarladığı bir yapım. Filmografisinde ve hatta sanatında (malum kendisi aynı zamanda edebiyatçı ve ressam), zaman-mekân kavramlarını sorgulayan birçok eser yer alan Pirselimoğlu, bu kez de izleyicinin zaman-mekân algısıyla oynamayı karanlık bir mizah üzerinden yapıyor. Daha önceden yaşadığı kasabaya babasının cenazesi nedeniyle dönen Can’ın, kuduz köpek vakaları nedeniyle karantina altına alınmış olan bu kasabadan döneceği sırada bir cinayete şahit olmasını ve sonrasında başına gelen absürtlükler silsilesini işliyor film. Cinayeti ihbar etmek üzere gittiği polis merkezinde, babasının ölümünün öncesine ve şahit olduğu cinayete dair hiçbir sorusuna cevap bulamayan genç adam, zamanla cinayetin bir numaralı şüphelisi haline evrilir. Görülenin ve bilinenin sürekli olarak inkâr edildiği bu kâbustan kurtulmak isteyen Can’ın mücadelesi giderek de çetrefilli bir hale dönüşür.

“Ne olacak ülkenin hali?” sorusunun sık sık tekrarlandığı film (filmin isminin ‘mükerrer’den veya ‘tekerrür’den geldiğine atıfla), yerel bir anlatıya sahip gibi görünse de yönetmenin son derece başarılı mekân kullanımıyla, evrensel bir dili yakalamayı başarıyor. Eylem gerektiren sahnelerde eylemsizliğin öne çıktığı, sürekli soruların sorulduğu ama cevapların olmadığı; distopik veya post-apokaliptik denilebilecek bir evreni başarıyla kurduğu filmde, çok yakın olduğumuz, içinde yaşadığımız sorunlara isteyerek (veya istemeyerek) uzak kalışımızı eleştiren Pirselimoğlu, belki filmine de mesafeli kalmamızı istiyor olabilir.

Auteur yönetmen, zamanın boşluğunda sallanan yahut bir kâbusun içinde sıkışıp kalan karakterinin verdiği kurtulma mücadelesini, edebiyatçılığının da izleri taşır nitelikte, Kafkaesk bir anlatıyla sunuyor. İskandinav Sineması estetiğinde, özellikle Roy Anderson filmlerini anımsatır biçimde sabit açı kullanımı, ifadesiz karakterler ve eylemsizlik üzerine kurulu temposuyla izleyiciyi huzursuz eden yapım; absürt karakterleriyle de yer yer Aki Karusmaki sinemasını çağrıştırıyor.

Filmde geçen “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir” söyleminden hareketle, yönetmen zahirin ötesindekini keşfetme yolculuğuna çıkarıyor izleyiciyi. Konvansiyonel sinemanın olmazsa olmazı baba-oğul (belki kutsal ruh) sorunsalından yola çıkıyor gibi gözükse de çok daha derin bir anlatıyla; felsefi, dini ve sosyolojik okumalara imkân veren bir eser ortaya koyarken, filmi yorumlamak için de yola çıkılabilecek pek çok farklı nokta beliriyor.

Zamanın olmadığı veya bir yere ulaşmadığı bu hiçliğin ortasında kalmak belki de Can’ın ‘cehennem’i midir? Filmin başında işlenen cinayetin kurbanı aslında Can mıdır? ‘Araf’ta kalmış izlenimi doğuran genç adamın bu hiçliğin içinde yaşadıkları aslında bir ‘ahiret’ veya bir ‘cehennem’ alegorisi niteliğinde. Harabe olmuş binaların, tepkisiz insanların, çürümüşlük kokusu veren mekânların yer aldığı bu kent Can’ı kıskacına alan bir mengenedir adeta. Görünmeyen ancak sürekli olarak anonslarla vurgulanan ve korku salan kuduz köpekler, cehennem zebanilerini; Can’ın peşindeki katilin de ‘baş zebani’ veya ‘şeytan’ı imgelediği; birçok yerde karşımıza çıkan ‘delik’lerin ve filmin sonundaki kara deliğin de ‘gayya kuyuları’nı temsil ettiği düşünülebilir. “Azıp sapmak, yanlış inançları benimsemek” anlamına gelen “gayy” kelimesinden türeyen ‘gayya kuyuları’, cehennemin en tehlikeli ve en can alıcı kuyuları olarak tefsir edilir. Buradan hareketle bu tekinsiz kasabanın Can’ın cehennemi olduğunu tahayyül etmek hiç de yersiz olmaz. Kimi müfessirlere göre de gayya kuyuları bu dünyadadır. Ahlaksızlıklara, sapkınlıklara kapılanların düştüğü, içinden çıkılmaz durumlardır. Kimseyi tanımayan ama herkesin onu tanıdığı, ne kadar kaçsa da mekânın dışına çıkamayan Can (ya da babası), işlediği günahlar sonucu bu gayya çukuruna mı düşmüştür? Filmin bir sahnesinde yer alan “en çok neden korkarsın sen, ölmekten mi?” sorusu belki de bütün bunların cevabını vermektedir. Ve tabi finaldeki büyük ‘gayya kuyusu’ da…

Bu irili ufaklı deliklerin, ‘Alis Harikalar Diyarı’ndaki tavşan deliklerini imgelediği de düşünülebilir. Ama asıl görülmesi gereken masaldaki tavşan delikleri değil elbette. Tavşan deliği metaforuna “Matrix”ten “Alis Harikalar Diyarında”ya kadar birçok filmde rastlamak mümkün. ‘Karanlık taraf’, ‘ezoterik dünya’, ‘ayın karanlık yüzü’ veya ‘gerçek-kadim bilgi’ gibi bilinmeyene ulaşmanın farklı yollarını simgeleyen bir metafor bu. Can, deliklerin diğer tarafında ne olduğunu içten içe merak etmektedir. Ancak ne Matrix’teki gibi bir ‘hap’ı, ne de Alis Harikalar Diyarında’daki gibi sihirli mantarları vardır. Matrix’te “beyaz tavşanı takip et” repliğinde olduğu gibi Can da burada takip edecek ‘beyaz tavşan’ını aramaktadır (ya da o beyaz tavşandan kaçmaktadır). Alis Harikalar Diyarında’da tavşan delikleri Alis’e fantastik bir dünyanın kapılarını açar. Peki, filmdeki bu delikler Can’ı nereye çıkaracaktır? Kuantum çerçevesinden bakıldığında, Can’ın o delikten geçerek, bilinmezi bilinir kılması, zamanın ileri mi yoksa geri mi gittiğini kavraması gerekmektedir. Kim bilir, belki de tam da bu anın içindedir Can. Dünyası bizim dünyamızdır belki ama yaşadığı, gerçek sandığı her şey belki de kuantum evreninin bir bilmecesidir.

İnsanoğlu, iki yıllık Covid-19 pandemisi sonrası dönüşmeye devam ediyor. İlk başlarda “yaza kalmaz biter” denilen salgının iki yıl sürmesi, toplumlarda zamanla birçok şeyin normalleşmesini sağlamış durumda. İnsanlık için, karantina kıskacındaki bir toplumun tepkisizliği hiç de yabancı gelmiyor artık, yadırganmıyor. Filmdeki bu küçük kasabada da pandemi benzeri bir kuduz köpek salgını sonrasında karantinada tutulan toplumun tepkisizleşmesi, vurdumduymazlığı da bir nebze olsun anlaşılabiliyor. Ancak Pirselimoğlu’nun romanı 2014 yılında yazdığı düşünüldüğünde, buna “pandemiden esinlenme” değil de olsa olsa yönetmenin öngörüsü denilebilir.

Geçmiş mi yoksa gelecek mi olduğu bilinmeyen bir zamanda ilerleyen hikâyede Pirselimoğlu öylesine karamsar ve bunaltıcı bir atmosfer yaratmayı başarıyor ki eşi öldürülen kadın, yeni girdiği lunaparktaki işi bile yaşlı bir adamın bakıcılığını yapmaktan daha ‘sıkıcı’ olarak tanımlıyor. İnsanlar cansız, bezgin, ruhsuz; hayat yavan, renkler solgundur bu kasabada. İşte bunu sağlayan da yönetmenin mü’kerr’er olarak birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Andreas Sinanos’un ince işçiliği. Mavi renk paleti tonlarının sık olarak kullanıldığı filmde; sakinliği, manevi huzur ve rahatlığı simgeleyen bu renk, aslında son derece sakin olan kasaba içinde, Can’la birlikte gezinen izleyicinin ‘huzursuz’ olmasına mani olmuyor. Özgürlüğün de rengi olan mavi, tezat bir şekilde kapana kısılmışlığı, kıskaçtan kurtulamamanın verdiği bunalıma da engel teşkil etmiyor. Tabi burada sadece teknik bir başarıdan söz edilemez. Aynı zamanda, estetik anlamda hedefine ulaşan bir yönetmenlik ve anlatım söz konusu. Yönetmen, zorlama hiçbir görselin olmadığı sabit kadrajlarla birbirinden güzel resimler ortaya koyuyor. Öte yandan, özellikle açılış ve kapanış sahnelerinde yüksek bir şekilde, zaman zaman da geri planda duyduğumuz caz melodilerinin filme özel bir şekilde hizmet ettiğini belirtmek gerek. Müzik duyulduğu anlarda izleyici bulunduğu gerçeklikten sıyrılıp bir film izlediğinin farkına varıyor.

Son dönemin en göze çarpan oyuncularından olan Erdem Şenocak’ın bu ilk başrolünde üzerine düşeni layıkıyla yaptığı görülüyor. Rıza Akın’a ise özel bir parantez açmak şart. Bambaşka bir tipe bürünerek canlandırdığı karanlık katil profili, oyuncunun belki de filmografisinin en iyi performansı. Öte yandan Jale Arıkan, Gafur Uzuner, Melih Düzenli, Sinan Bengier, Ali Şeçkiner Alıcı, Tansu Biçer, Muttalip Müjdeci, Rıza Sönmez gibi oyuncuların dengeli oyunculukları da filmin insicamına en ufak bir olumsuz etki yapmıyor.

Tabi ki ilhamını edebiyattan alan “Kerr” ile Pirselimoğlu; karakterlerinin mekânla kurduğu sıkı ilişkisi ile izleyiciyi de filmin içine çekmeyi başarıyor. Karakterleri ile seyirciyi aynı zaman diliminde tutmayı başarıyor. Öyle ki film bittiğinde dahi atmosferin etkisinden çıkmak için biraz zamana ihtiyaç duyuluyor. Sürekli olarak cevabı olmayan sorular soran filmden, elbette ki izleyici de sorular sorarak ayrılıyor.

Mehmet Ali Karga

İlginizi Çekebilir